YÜZ YIL SONRA
Yüz yıl sonra nerede olacağız, hiç düşündünüz mü?

Cenabı Allah Kur’an’da şöyle buyuruyor: (بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ خَيْر وَأَبْقَى) “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve süreklidir.” (Alâ, 87/16-17). Bir düşünelim: Şu anda 20 ve daha yukarı yaşlarda olup yeryüzünde yaşayan bizler yüz yıl sonra nerede olacağız? Bunu herkes tahmin edebiliyor. Hakikat şu ki, bizler yüz yıl sonra büyük bir ihtimalle hayatta olmayacağız. Ama ne yazık ki birçok insanın hesabına gelmediği için, bu hakikati bilse bile telaffuz etmek istemiyor. Kesinliğe yakın bir ihtimal ile bizler yüz yıl sonra toprak altında, yani ölmüş olacağız. Ölüm hakikati, gökteki güneşin varlığı kadar çok açık ve net olmasına rağmen insan, bencilliği ve kibri sebebiyle üzerine almak istemiyor.
Evet, yüz yıl sonra bizler bütün can dostlarımızla, sevdiklerimizle, akrabalarımız ve düşmanlarımızla toprak altında olacağız. Amelimize göre kalacağımız iyi ya da kötü ebedi yurdumuz net bir şekilde bize gösterilmiş olacaktır. Belki bizden sonra evlerimizde, çocuklarımız değil, hatta yakın akrabalarımız bile değil, hiç tanımadığımız insanlar kalacak. Arabalarımız, altınlarımız, ziynet eşyalarımız ve silahlarımız bize yakın, bazen de bize çok uzak olan insanların eline geçecek. İsimlerimiz, unvanlarımız, makamlarımız ve saygınlığımız unutulacak. Şu anda dünya malı ve makamları için birilerine karşı beslediğimiz husumetin, düşmanlığın ve kavganın hiçbir anlamı kalmayacak.
Şu anda içimizden kaç kişi büyük dedesinin ismini hatırlıyor ki? Hatta günümüzde ekranların esiri haline gelen birçok genç dedesinin ismini bile hatırlayamıyor. Hatırlasa da o isimler hatıra olarak bir tapu defterinde veya sayfaları sararmış bir vasiyetnamede yer alıyor. Tıpkı bunun gibi bizim de isimlerimiz ve unvanlarımız bazı insanların hafızalarında veya sararmış kâğıtların kayıtlarında yer alacaktır. Bize en yakın insanlar, çocuklarımız ve dostlarımız, “Vay be… Hatırlıyor musunuz, hani bir gün merhum şöyle demişti de inanmamıştık. Evet, gerçekten de insanlar çok değişti; zaman merhumun dediği noktaya geldi” diyecekler ve bir iki dakikalığına iç çekip bizden söz edecekler.
Bizden geriye kalan bir miras varsa çocuklarımız ve akrabalarımız o miras için belki birbirilerine düşerler. Mirasçılar, “Senin payına düşen daire daha değerlidir... Bana hile yaptınız, siz çok aldınız bana az verdiniz” gibi sözler söyleyecekler; böylece ismimiz bir müddet daha tapu kayıtlarında okunacak. Mal bölüşüldükten sonra da herkes işine gücüne gidecek ve bir daha hiç ismimiz anılmayacaktır. Arada bir mazide geçen bir vaka dolayısıyla hatırlanırız da, “Allah rahmet etsin, Musa bey sağ iken birlikte şöyle işler yapmıştık” diyenler olacaktır.
Çok değil 10-15 yıl önce hayatta iken özgül ağırlığı çok düşük siyasi konuşmalar yapan eski cumhurbaşkanları, eski başbakanlar ve dünya malına hükmeden zenginler öldükten sonra bugün kaç kişi tarafından hatırlanıyor? Kuşkusuz öldükten sonra eğer iyilikle hatırlanırsak bu bizim için bir dua ve bir şahitlik yerine geçer. Yok, el-İyazu billah, eğer kötülükle hatırlanırsak kötülüğümüze yeni bir şahit ortaya çıkmış olur ve günahımız katlanır.
Bir örnek verecek olursak: Bir zamanlar Türkiye’de cumhurbaşkanlığı yapan bir kişi başını örtmek isteyen üniversite öğrencileri için, “Başı bağlı okumak isteyenler Suudî Arabistan’a gitsinler” demişti. Bir başkası, Başörtüsüyle TBMM’ne giren bir kadın milletvekiline avazı çıktığı kadar, “Burası devlete meydan okunacak bir yer değildir. Derhal bu kadını dışarı çıkarın” diye bağırmış ve kadını dışarı çıkarmışlardı. Bugün bu zatları kaç kişi hatırlıyor acaba? Hatırlansalar bile, galiba bir devlet büyüğü için en kötü hatırlanma biçimi böyle kötü bir anı ile hatırlanmaktır. Çünkü sebep oldukları bu çirkin hadise her hatırlandığında günahları katmerleşiyor.
100 yıl sonra toprak altında olacağımız ve bir daha hatırlanmayacağımız apaçık belli olduğu halde insan yine de “malım, mülküm, evim, arabam, altınlarım ve param” diyor. Oysa kendisinden sonra bunların tümünün başkalarının eline geçeceğini de çok iyi biliyor. Ölünce öyle bir yere gireceğiz ki, imanını kurtaranlar için cennet bahçelerinden bir bahçe, imanı kurtaramayanlar işçinse cehennem çukurlarından bir çukur… Pencere yok, ışık yok, dertleşecek arkadaş da yok; kapkaranlık ve sıcak bir çukur.
Yunus Emre bir şiirinde, bu dünyada zevk-u safa içinde olup ahiret için hazırlık yapmayanları tasvir ederken şöyle der:
Şunlar ki çoktur malları, gör nice oldu halleri,
Sonu bir göynek giymiş, onun da yoktur yenleri.
Her mülke “benim” diyen, köşk -u- saray beğenmeyen,
Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri…
Şeriat düşmanlığı yapıyorum diye Kur’an’a saldıran gazeteciler, şairler, makam sahipleri ve dünya malına hükmeden zenginler… Bunların tümü şimdi toprağın altında hesap vermeyi bekliyorlar. Bizler de bir müddet sonra orada olacağız. Ne var ki, insanın nefsindeki bencillik, tamah ve hırs bu sonucu görmesine engel oluyor. Bu yüzden Cenab-ı Allah (وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ) “Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.” (Haşir, 59/9) buyuruyor. Cimrilikten kurtulanlar ise, diğergâm olanlar ve başkasını da düşünenlerdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) müminin diğergâm olması gerektiğini şu hadisiyle emrediyor: (والذي نفسُ مُحَمَّدٍ بيدِهِ لا يُؤْمِنُ أحدُكُم حتى يُحِبَّ لِأَخِيهِ ما يُحِبُّ لنفسِهِ) “Muhammed’in hayatı elinde olana kasem olsun ki sizden birisi, kendisi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[1] Bu hadis müminin, başkasını düşünen insan olduğunu açıkça ifade ediyor. Nefsindeki cimrilikten kurtulamayan kimseler imanın bu yüce makamına ulaşamazlar.
Yine Yunus Emre şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamlarını günümüz Türkçesiyle şöyle dile getirir:
Evvel kapı şeriat, emr-u- nehyi bildirir,
Affeder günahını, her bir Kur’an hecesi.
İkincisi Tarikat, Kulluğa bel bağlaya,
Yolu doğru olanı, yargılaya hocası.
Üçüncüsü marifet, can gönül gözün açar,
Bak mana sarayına, arşa değin yücesi.
Dördüncüsü hakikat, ere eksik bakmaya,
Bayram ola gündüzü, kadir ola gecesi.
Bu şeriat güç olur, tarikat yokuş olur,
Marifet sarplık durur, hakikattir yücesi.
Evet, Yunus’un dediği gibi gerçekten de şeriat güçtür, zordur. Şeriata uysak eğlencelik dünyamız elimizden çıkar, kaybolur. Şeriata uymazsak ahiret saadetini kaybederiz. Tarikat da yokuştur; vartaları ve nefse aldanma noktaları çoktur. Herkes yokuş çıkamayacağı gibi, her tarikata giren de tarikatın hakkını veremez. Marifet de sarplık yerde duran bir saray gibidir. O makama ulaşmak için medde içinde boğulmamak ve manaya önem vermek gerekir. Hakikate ulaşmanın birinci şartı ise insana eksik bakmamaktır. “Muhammed’in hayatı elinde olana kasem olsun ki sizden birisi, kendisi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe iman etmiş olamaz” hadisi hakikatin ilk şartını dile getiriyor. İşte bu makama ulaşan kimse hakikate ulaşır.
[1] Müslim, İman, 45.