banner2

10-12 mayıs tarihlerinde Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı ile Haliliye İlim ve Kültür Vakfı İşbirliği ile düzenlenen Sempozyumda 29 bildiri tartışıldı. Bildirilerin ortak noktalarını şöyle özetleyebilirim:

Tecdit kelimesi “Yenilemek”, Müceddit ise “Yenileyen kimse” anlamında kullanılmaktadır. Hz Peygamber(s),  (İnnellahe Yeb’asu Lihazihi’l-Ümmeti Ala Re’si Külli Mieti senetin Men Yuceddidu Leha emre diniha) buyuruyor. Bu hadiste anlatılan şudur: Müceddit, ümmetin dinini değil, dinin emrini tecdit edecektir. Başka bir deyimle, yenilenen dinin kendisi değil, yanlış algılarla süslenmiş olan Müslümanların dini hayatlarıdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s) (Ceddidû İmanekum=İmanınızı tazeleyin) buyurmuştur. Hz. Peygamber’e soruyorlar: “Ya Resûlellah! Nasıl imanımızı tecdid edeceğiz?” demişler. Resûlulah (s): “Çokça Lailahe ilellah deyiniz” buyurmuştur.

Kuşkusuz ki, tarihte yaşamış ve bugün yaşamakta olan birçok âlim için “müceddit” ifadesi kullanılabilir. Ancak bir şeyi hatırlatmakta fayda vardır: Her şeyden önce tecdit asla dönüştür; köklerde tasarruf etmek değildir. Yani, tecdit bir ihya hareketidir; bir tebdil ve bir tağyir hareketi değildir. Dinin köklerine saldırmak ve dini yeniden dizayn etmek ise,  bir ihya değil bir itfâdır, bir söndürmedir ve erkan-i imaniyeye ilişmektir. Tecdit hareketinden maksat, dini, nazil olduğu şekliyle yeniden keşfedip benimsemektir. Yoksa bazılarının zannettiği gibi tecdit, dini nefsin arzularına göre yeniden tasarımlamak değildir.

Müceddit olan İslam âlimleri bir kaygı taşırlar: Acaba günümüzün Müslümanları da, Hz. Peygamber ve ashabının üzerinde bulundukları cadde-i kübranın üzerinde midirler yoksa bir sapma var mıdır? Eğer bir sapma varsa işte onu düzeltmek için harekete geçerler.

Ne var ki, Allah dünyada zıtları iç içe yaratmıştır. Hayır ve şer, ziya ve zulmet, iyilik ve kötülük… Bunlar hep iç içedirler. Bu yüzden bazen insanlar tarafından şerre hayır rengi, kötülüğe da iyilik rengi verilebiliyor. Bazen şer,  bir gazete, bazen de bir internet sitesi şeklinde karşımıza çıkabilir. Hatta şer bazen, hayr-i mahz olarak kabul edilen bir cami şeklinde de karşımıza çıkabilir.

Medine döneminde Mescid-i Dirarın varlığı, iyilik adıyla bazen kötülüğün yapılabileceğinin en açık delilidir. Hatta bazen kötü niyetli bir kişi, muhataplarına yemin

ederek “Vallahi ben size nasihat etmek istiyorum” da diyebilir. Tıpkı Şeytanın Hz. Adem ve Havva’ya “İnnî Lekuma Lemine’n-Nâsihîn” (Araf, 21) diyerek onları çok sevdiğini ve onlara iyilik yapmak istediğini söylemesi gibi… Bütün bu durumlar, Tecdidin bazı kimseler tarafından saptırılabileceğini gösterdiği gibi, tecdit hareketinin hakkıyla anlaşılmasının zor olduğunu da gösteriyor.

Kısacası tecdid, imanın aslı olan tevhidi yenilemekten başka bir şey değildir. Tecdit, dinin aslına bir şeyler katmak değil, sadece, imanın aslını hatırlamaya engel olan gaflet perdesini kaldırmak ve kalbin paslarını silmektir. Şu halde burada müceddit tarafından yenilenen şey dinin kendisi değil, ümmetin gaflet perdesi altında yaşamaya çalıştığı din algısıdır.

Bediüzzaman, sahabenin mesleğini esas alarak 20. asırda bir asr-ı saadet modelini yeniden dünyaya gösterebilmek için cihat meydanına atılan büyük bir İslam âlimidir. Sahabeler gibi, ölümü hakir görecek kadar cihat ruhu yüksek olan bu zatın en büyük özelliği,  İslam’ın ve Kur’an’ın öz değerlerine bağlı kalarak asırların idrakine hitap edebilen Risale-i Nur gibi bir külliyatı ortaya koymuş olmasıdır.

Hayatı boyunca çağını ve çağdaşlarını kendisiyle sıkı bir şekilde meşgul ettirecek kadar faal olan Bediüzzaman bütün hayatını, Müslümanların gözlerine çekilen gaflet ve dalalet perdesini kaldırmakla geçirmiştir.

1. dünya savaşından sonra askerî tehlikenin bitişini takiben kendisini göstermeye başlayan inançsız bir kültür istilasına karşı çıkmak ihtiyacını hissetmiş, bu sebeple 20. asrın bu ilk çeyreğinden itibaren hayatını, Risale-i Nurla gençlerin imanını kurtarmaya adamıştır.

23. Lema olan Tabiat Risalesinin başında şöyle der: “1338(1922)’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. "Eyvah," dedim. "Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!"[1] Bu ifadeler, İstiklal savaşından hemen sonra, ülkenin nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu açıkça ifade ediyor.

“Bana ıztırap veren, yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir... Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur.“[2] şeklindeki sözleri ve “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat, ehl-i İslamın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Alem-i İslama indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. "[3] şeklindeki sözleri, onun kendisini İslam davasına ve Müslümanlara ne kadar adadığının açık bir ifadesidir.

 



[1] Bediüzzaman, Lemalar,181, Yeniaysa neşriyat.

[2] Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, 543.

[3] Tarihçe-i Hayat, 123.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.