Aralık-2008 başında, sionist İsrail rejiminin Gazzeye yönelik olarak Dökme Kurşun adıyla başlattığı, hattâ kullanılması yasak olan fosfor bombaları gibi silahların bile denendiği ve yüzlerce çocuk, kadın ve savunmasız sivil insanın can verdiği saldırıdan iki ay kadar sonra..
Bu barbarca saldırıya olan kızgınlığını Tayyîb Erdoğan, 3 Şubat-2009da, İsviçre- Davosdaki uluslararası toplantıda İsrail C.Başkanı Şimon Perese hitaben yaptığı ve bütün dünyada, One minute diye bilinen, ama, özellikle de bütün müslüman toplumları büyük sevinçlere garkeden konuşmasını yapıyor ve ipler daha bir geriliyordu.
Bu gelişmelerden 15 ay kadar sonra ise, Mavi Marmara Saldırısı yaşanıyordu.
Küçücük bir toprak parçasına, ağır bir abluka ile sıkıştırılmış, 2 milyon kadar Filistinli müslümanın hayatta kalmak mücadelesine, direnişine yardımcı olmak, Gazze Ablukasını kırmak üzere, uluslararası sivil toplum kuruluşlarının ortak kararıyla ve 6 gemi ile harekete geçen bir yardım konvoyunun kaptan gemisi durumundaki M. Marmaraya, 31 Mayıs/ 1 Haziran 2010 gecesi ve fiilen İsrail karasuları sayılan bölgeden 70 deniz mili, (yaklaşık 110 km.) uzakta, -yani hiç bir ülkenin hâkimiyetinde olmayan, dolayısiyle hiç kimseden izin alınmasını gerektirmeyen- uluslararsı sularda, açık denizde sionist İsrail rejimince, yapılan bir baskınla, ellerinde silah olmayan sivil direniş eylemcilerinden 9 insanı katlediliyordu, alçakça..
Bu 9 kişinin hepsi de, Anadolu müslümanlarından kimselerdi.
Mavi Marmara cinayeti karşısındaki tepkiler farklıydı, tabiatiyle..
Başta Amerikan emperyalizmi ve müttefikleri için, her şeyden önce İsrailin varlığına yönelik tehdidler önemliydi. Bu bakımdan, sionist İsrail rejiminin o cinayetine göz yumulacağı bekleniyordu..
Nitekim, bazı cemaat liderler, hattâ, o geminin, otoriteden izin almaksızın hareket ettiğini söyleyerek, yanlış yapıldığını anlatmaya çalışıyorlardı. Bunu söyleyen kimseler, uluslararası sularda hiç bir otoriteden izin alınmasına gerek olmadığını bilmezlikten geliyorlardı.
O sırada, Güney Amerika ülkelerinde gezide olan Tayyîb Erdoğanın tepkisinin nasıl olacağı merak ediliyordu. O ise, ülkeye döndüğünde, kesin bir ifadeyle, İsrail rejiminin özür dilemesini ve hadisenin kurbanlarının ailelerine tazminat ödenmesi şartını belirtip, bu yapılıncaya kadar, İsrail ile Türkiye arasındaki bütün askerî andlaşma ve anlaşmaların askıya alındığını açıklıyordu.
Bu arada, İsrail rejimi, dönemin İsrail Dışbakanı Avigdor Liebermanın ağzından, öyle bir hadisenin meydana gelmesinden üzüntü duyulmakla birlikte, Türkiyeden asla özür dilenilmiyeceğini ve İsrailin kendisini savunduğunu dile getiriyordu; her ne yaparsa yapsın, arkasında, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere, kendisine hep göz yumacaklarının garantisini veren NATO dünyası ve uluslararası diğer güçlerin desteğinin olduğunu hissederek..
*
Türkiye, Batıya bağımlılık siyasetini hep kabullenmeye mahkûm mu?
Halbuki, Türkiye de, NATO üyesi idi ve NATO üyesi olmadığı halde, NATOnun -dolayısiyle Birleşik Amerikanın-, üzerine en fazla titrediği rejimin İsrail olduğundan haberdardı, elbette..
Ama, Amerika da NATO üyesi bir ülke olan Türkiyenin, İsrail ile münasebetlerinin böylesine soğuk bir şekle bürünmesini istemiyordu.
Bunun için de, Obama Amerikası, münasebetlerini normalleştirmeleri yönünde iki tarafa da tavsiye veya baskı yapıyordu, ama bunlar netice vermiyordu. Çünkü, Erdoğan, açıkça özür dilenmesini ve tazminat ödenmesini şart koşuyor, üzüntü duyulduğu ifadesinin kabul edilemiyeceğini ısrarla belirtiyor ve sadece iç siyasette değil, diplomaside de, son 10 yıl boyunca, görüşlerini dobra dobra dile getirmekle ve söylediği sözden kolayca geri adım atmamakla bilinen bir uslûb geliştirmekle biliniyor ve hattâ, Rusya lideri Putine, Aralık-2012 başındaki görüşmesinde, Şanghay Beşlisi denilen gruba alınmaları halinde, ABye elvedâ diyebileceklerini söyleyebiliyor ve bu husus, Osmanlının son 100 yılı ile T.C. döneminin baştan sona bütün dışsiyasetinin genel çerçevesini oluşturan Batı bağımlısı çizgiden kopulabileceği korkusunu uyandırıyor ve bu durum, Amerikan çevrelerince de not ediliyordu.
*
İsrail rejiminin ise, Amerikadaki Başkanlık seçimlerinde bir değişiklik olabileceği temennilerine ve ihtimaline ağırlık vererek, bu diplomatik manevraları uzatmaya ve yeni Başkan işbaşı yapıncaya kadar zaman kazanmaya çalıştığı görülüyordu.
Obama, başkanlığının ilk 4 yılında İsrail rejimine hiç bir ziyaret yapmamasıyla da dikkati çekiyor, Netanyahu ile münasebetlerinin oldukça soğuk olduğu dünya medyasına da yansıyordu. Bu yüzden, Amerikadaki sermaye , sanayi ve medya çevrelerinde o çok etkili yahudi lobisinin, Kasım-2012 başında yapılan son Başkanlık seçimlerinde Obamaya değil, Cumhuriyetçi aday Mitt Romnyye destek verdiği biliniyordu. Buna rağmen, Obama tekrar seçilmişti ve böylece hem İsrail rejiminin ve hem de Amerikadaki yahudi lobisinin güçlülük iddiası esaslı sûrette çizik yemiş oluyordu.
Ama, Obama tekrar Başkanlık yarışını tekrar kazanmasının ardından, üstelik, hem artık yeni bir seçim kazanma endişesi olmaksızın ve hem de İsrail rejiminin istememesine ve Amerikadaki yahudi lobisine rağmen, yeniden Başkan seçilmiş olmanın psikolojik üstünlüğüyle, amma, sionist İsrail rejiminin Amerika için asla vazgeçilemez bir stratejik müttefik ve hattâ yapışık kardeş durumunda olduğunu belirleyen Amerikan siyasetine bağlılığını da göstermek için, Tel-Avivi ziyaret ediyordu geçtiğimiz hafta..
Bu gezide, bu psikolojik unsurlar gözönüne bulundurulduğunda, İsrail rejimi makamları, Obama karşısında sıkıntılı durumda oldukları tahmin edilebilirdi.
Ancak, bu görüşmelerde, en çok da İsrail rejimi ile Türkiyenin münasebetlerini normalleştirmeye çalışacağı yine de tahmin edilememişti.
Gerçi, BMM. Dışişleri Kom. Başkanı, AK Parti m.vekili ve em. diplomat Vural Bozkır 18 Mart tarihli Hürr.de, Son günlerde.... Obama, Erdoğan ve Netanyahunun Washingtonda buluşmasının planlandığı iddia ediliyor. Buna ihtimal veriyor musunuz? sorusuna şöyle diyordu: -Türkiyenin burada müzakere edecek bir konumu yok artık. ABDnin bu noktada, Gel İsrail Başbakanı ile buluş, hiçbir önkoşul olmadan sizi buluşturalım demesi yeterli değildir. Obamanın bu ziyarette Türkiyenin İsrailden beklediği 3 konuya çözüm bulması gerekmektedir. Eğer İsraili Türkiyenin şartlarına ikna edebilirse o zaman bir görüşmeden bahsedilebilir. Bu olmadığı takdirde ben o tür bir görüşmeyi mümkün görmüyorum açıkçası.
*Diyelim ki, Obama ikna etti ve bütün gerilime rağmen İsrail o 3 koşulu yerine getirdi. Başbakan Erdoğan, Netanyahu ile yan yana gelmeyi kabul eder mi?
-Bu söylediğiniz şekil tabii çok basite indirgenmiş hali. Dış politikada fal bakmak doğru değildir. İsrailin son birkaç yıl içindeki tutumu henüz o noktaya yaklaştığımızı gösteren bir tablo ortaya koymamakta. Öncelikle İsrailin bu şartları kabul edip etmediğini görmemiz lazım. Diplomaside kabul ederken bir virgülün dahi anlamı olacağından cihetle de kabul ederse hangi şartlarla kabul ettiğine de bakmamız lazım.( )
Meclisin Dışişleri Komisyonu Başkanı olan bu AK Partili eski diplomatın bu sözleri, bugünkü noktaya çok da hazırlıksız gelinmediğini göstermektedir.
*
Özür dilemekle korunacak büyük menfaatler olduğu görülünce..
İsrail rejimine yapılacak baskılar ise, sadece o rejim içindeki muhalefet tarafından değil, Amerikan iç siyasetinde oldukça etkili olan yahudi lobisi tarafından da etkisizleştirilmeye çalışılıyordu.
Bu arada, Amerikanın da tavsiyeleriyle İsrail rejimi tarafından, TC. Dışbakanlığına üç-dört kez, özür mektubu gönderildiği biliniyordu, ama, bu mektublarda, özür dileme için, ibranicedeki İtznatlut, ve ingilizcedeki Apology terimlerine de dikkatle yer verilmiyor, sadece üzüntü duyulduğu belirtiliyordu. Halbuki, Erdoğan resmî metinlerde özür dileme ifadesinin kullanılmasında ısrar ediyordu. Ve böyle bir özür beyanını yansıtan bir resmî yazının gelmesi ihtimali güçlenince de, Mayıs-2011de, Tayyîb Erdoğan, o iki şarta yeri bir şart daha ekliyor ve Gazze ablukasının da kaldırılacağına dair söz verilmesini de zikrediyor, bu yeni şart karşısında şaşıran sionist İsrail çevrelerine de, Mavi Marmara gemisinin yola çıkmasının asıl hedefinin de Gazze Ablukasını kırmak olduğu için, bu şartın, esasen önceki şartların içinde de zımnen var olduğunu söylüyordu. Bu da, Erdoğanın, İsrail rejimi ile münasebetleri -hangi gerekçe ile olursa olsun-, soğuk tutmak istediğini gösteriyordu. İsrail ise, bu durumu yeni bir şart olarak görüp, Bu şartın kabulü halinde, Ortadoğunun liderliğinin Erdoğana bırakılmış olacağı endişesiyle reddediyordu.
*
Açıktır ki, T.C. rejimi, 1948de, 30 yıl öncelerine kadar, tek vatan halinde 400 yıl birlikte yaşadığı ve amma, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden silinmesinden sonra devletsiz duruma düşmüş, savunmasız kalmış Filistin topraklarında, sionist silahlı yahudilerin hayal ve rüyalarına göre teşkil olunan bir çete örgütünü devlet olarak resmen tanıyan ilkler arasında yer almak için âdetâ yarışmıştır ve halkı müslüman olan bir rejim olarak T.C., hâlâ, o ilk tanımanın utanç yükünü taşımaktadır, bir şeref imişçesine..
Şimdi ise.. Bu iki rejim arasında 1948 yılından bu yana gelişen münasebetlerin bu kadar soğuk bir noktaya gelmesi 10 yıl öncelerde hayal bile edilmezken, , bu özür dileme (itznatlut-apology) ile, münasebetlerin yeniden geliştirilmesi ihtimali ortaya çıkmış bulunmaktadır. Gerçi, testi esaslı bir şekilde çatlamıştır ve eskisi gibi su tutmayacaktır, ama, yine de bir şeyler yapıştırılmıştır.
Amma, bu bir zafer midir?
Belki, günlük siyasî açıdan öyle denilse bile, değil!.
Üstelik, küçümsenmemesi gereken bir özür dilemeyle elde edilen bir diplomatik üstünlük sözkonusu olsa bile, bir zafer değildir.
Elbette, Türkiye siyaseti açısından bir yenilgi, hiç değil..
Çünkü, tekrar hatırlanmalı ki, bugün diplomatik açıdan nicelerince, kendisine başeğdirildiğiyle öğünülen sionist İsrail rejimi, müslümanların büyük çapta yekvücud olarak ve asırlarca, 400 yıldan fazla bir zamandır birlikte yaşadıkları Filistin topraklarında, siyonist silahlı haydutlar çetesi tarafından 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dünya dengelerini fırsat bilerek, uluslararası hukuk açısından devlet sıfatıyla kurulmuş ve bir emr-i vâkı / oldu-bitti şeklinde dünyaya kabul ettirilen bir cinayet şebekesidir. Ve bu rejim, kendi maslahat ve menfaatini korumak için, her tedbire başvuracak kadar pragmatist olup, insan ve devlet ilişkilerinde kendi menfaat ve ölçülerinden başka bir ahlâkî kural tanımamaktadır. Nitekim, İsrail rejimindeki bir etkili siyasetçi, bu özür dilemeyle ilgili olarak, Menfaatimiz gerektirince, onurdan vazgeçilebilir. diyecek kadar net bir pragmatist anlayış sergilemiştir.
Türkiye ise, Mavi Marmara Saldırısı ile askıya aldığı askerî andlaşmalar hiç olmasaydı bile, İsrailin savunmasına koşmak zorundadır. Çünkü, Türkiye NATO üyesidir ve NATO üyesi olmayan İsrailin korunması, NATOnun başkomutanlığı daima kendi elinde olan B. Amerika için, fiilen, en temel hedeftir. Böyle olunca da, Türkiye istese de- istemese de, İsrailin bekçiliğinden, NATOdan kopmadıkça, kendisini kurtaramıyacaktır.
Bu açı gerçeği, asıl yapılması gerekenin ne olduğunu asla unutmamak gerekiyor..
*
Evet, Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda İsrail rejimince yapılan korsanlık saldırısının üzerinden 34 ay geçmekteyken, Amerikan Başkanı Barack Obamanın İsrail yöneticilerine, NATOnun askerî gücünde bir zaaf meydana getirmesini önlemek için yaptığı baskısıyla gelen bir özür dilemenin özü bu..
*
NATO üyesi kalındıkça, bu parlak gelişmeler yanıltıcı olabilir.
Tayyîb Erdoğanın özellikle 2008 sonundaki Gazze Saldırısından itibaren takib ettiği ve hem kendi şahsına ve hem de T.C. rejimine büyük itibar kazandıran İsraille münasebetleri olabildiğince soğutmak siyasetine şimdi vedâ edilmek gibi bir noktaya gelinmektedir.
Gerçi, kendi iç bünyesinde bu özür dilemeden dolayı oldukça ağır eleştirilere hedef olan İsrail rejimi, Obamanın baskısıyla Türkiye karşısındaki bu geri çekilişini tavsatmak için elinden geleni yapacaktır; ama, Erdoğan da iki taraf arasında meydana gelen güven bunalımının böyle bir özür dilemeyle bertaraf edilemiyeceğini bilmek durumundadır.
Böyle bir durumda Erdoğan, İsrail rejiminden uzaklaşmakla kazandığı itibarın da sevkıyle, ElFetih ve HAMAS liderleri ve de Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî ile durumu görüşmüş, İsrailin özrünü kabul etmeden önce, onların fikrini, rızasını ve gönlünü almayı da ihmal etmemiştir. Ve onlar da, İsraili istiskal edercesine gerçekleşen bu özür diletilmeden dolayı memnuniyetlerini bildirmişlerdir.
Ama, bu durum, yine de o kadar sevinilecek bir durum değildir. Elbette, bu durum kısa vâdeli siyaset açısından, T.C. için, bir zaaf değil, bir de parlak bir zafer gibi gösterilmeye müsaid bir dur durumdur. Hele de, Türkiye medyasının bazı yaldızlı kalemlerinin M. Marmara Saldırısından sonra, Erdoğanın, ısrar ettiği özür dilenmesi şartını hafife aldıkları, (C.Ç. gibi isimlerin), İsraili sevmeyebilirsiniz ama, İsrail bir kabile devleti değildir. ( ) Türkiyenin ısıramayacağı kadar büyük lokmayı dişlemeye çalıştığı gibi veya (H.C. gibilerin de) , Yedi düvele meydan okuyan bir retoriğin cazibesine fazla kapılmaktan söz ettiği yazıları hatırlanırsa, bu memnuniyet daha bir anlaşılabilir.
Ama, uzun vâdede, bunun bedelinin aldatıcı bir parlaklık olabileceği de unutulmamalıdır.
Bu açıdan, Keşke, İsrail o özrü dilemeseydi.. dikkatini de elden bırakmamak gerekir.
Çünkü, bu barbar-cinayetekâr rejimle münasebetler ne kadar soğursa, bu, müslümanların o kadar lehinedir.