banner2
Öne Çıkanlar Sanlıurfa Urfa URFASPOR Diyarbakır Faruk Çelik

Dünya Dengeleri değişirken biz Nerede durmalıyız?

Dünya Dengeleri değişirken biz Nerede durmalıyız?

Dünya, yeni doğum sancılarıyla kıvranırken, olumlu gelişmeleri küçümsemeli mi? başlığıyla;

           Usta yazar ve süper kalem; Selahaddin E. Çakırgil’den İslam allemine yön verecek bir yazı…

Geçen gün, müslümanların günümüzde dünya üzerindeki durumu ve üzerine derinlemesine kafa yoran bir müslüman, çok samimî olarak dile getiriyordu duygularını: ’Bir uluslararası düzen ki, biz bu oyunun içinde yer alıyoruz; ama, hep biz kaybediyoruz.. O zaman bu oyunu sürdürmeye ne gerek var; kalkmalıyız bu oyun masasından..’

Surî/ şeklî mantık açısından, dünyayı ve dünya siyasetini dümdüz zannedersek; hiç de yabana atılacak bir söz değil..

Ne var ki, kazın ayağı hiç de öyle değildir..

İdeallerimiz ve hedeflerimiz elbette vardır, olacaktır ve olmalıdır.. Ve onların gerçekleştiği anda yeni ideallerimiz, yeni hedeflerimiz de olmalıdır.. Bunlar olmadığı takdirde, hayat kendi mantığımız ve düşünce sistematiğimiz açısından ’tarihin sonu’na ulaşmış oluruz.. Herhalde böyle bir şeyi de istemeyiz..

Ama,  idealité ile realité  arasındaki farkı asla unutmamak gerekiyor. Birisi olması arzulanan, hayâl edilen ve istenendir; diğeri halihazırda varolan durumdur..

Hele de iletişim imkanlarının böylesine geliştiği bir çağda, bir İslamî ideallerle bir ’müslüman toplum düzeni’  oluşturup, uluslararası sahnede diğerleriyle girişilen münasebetlerde hep zararlı çıkan duruma düşünce, masadan kalkmak, he kadar akıl kârıdır? Çünkü, başka bir dünya sahnesi de, tek başına da yaşama imkanınız da neredeyse yoktur..

Belki geçmiş asırlardaki, kapalı toplum modellerini hatırlatacak şekilde, kendinizi dünyadan tecrid edebilirdiniz; ama bugün bu, neredeyse imkânsız..

O halde, ne yapıp edib, bu başka bir oyun masası olmadığını asla gözardı etmeden, eldeki mevcud malzemelerle ve imkânlarla ve de hayat ölçü ve ideallerimize ulaşmayı temel alacak şekilde, bu oyun masasında olmak zorunda kalacağımızı kabullenmeliyiz..

Düşünelim ki, 1,5 milyarlık dev nüfusuyla ve komünist kalıplar içinde ve geniş imkânlarıyla da  ’kapalı toplum’  halinde yaşamayı tercih etmesi daha bir kolay olan Çin bile, bu uluslararası düzenin dışında kalamıyacağını ve bu uluslararası oyunun güce dayandığını anlamış ve gücüyle aktif bir oyuncu haline gelmiştir..

Kezâ, muazzam bir ’müslüman halk qıyâmı’yla 1979 başında İslam İnkılabı’nı gerçekleştirdikten sonra İslamî ölçü ve hedeflere göre bir sosyal düzen kurmaya çalışan İran da, bu uluslararası düzenden kendisini soyutlamak yerine, bu oyun masasından kalkmadan ve kendi varlığını nasıl okuyabileceğinin strateji ve taktiklerini geliştirmeye çalışmaktadır..

Çünkü bilmektedir ki, bu uluslararası düzenin dışında yeni bir dünya düzeni yok ve bu düzen içinde kendi değerleriyle ayakta kalmak dikkatini yitirmeden ayakta kalmaya mecburdur..

*

Geçenlerde ’haksoz-net’te Bahadır Kurbanoğlu’nun Türkiye’de yaşanan Ergenekon ve Balyoz Planı gibi, müslüman halkımıza karşı kurulmuş korkunç entrika tuzaklarıyla ilgili yargılama sürecine müslüman kesimlerin çok fazla ilgi göstermemesinden hareketle kaleme alınmış ve içinde,  ’Doksan yıldır dokunulamayan konulara dokunma üzerinden yetersiz ama etken bir siyaset üretenler karşısında evrensel olduğunu iddia ettiğimiz bir dinin müntesipleri neden bu derece suskun kalabilir diye kendimize soru sormaktan korkuyoruz! (…) Sorumluluğun, sadece olumsuzlukları zikreden değil, geniş kitleler lehine olumlulukların üretkenliğine soyunmak olduğunu hatırlamak bile istemiyoruz sanki.. Oysa aynı İslam tarihi, aynı siyer arşivi, egemenleri ve kitleleri şaşkınlığa uğratan, bunun sayısız örnekleriyle dolu. (…) Salt korkular üzerinden siyaset yapıldığını zannetmek, beraberinde kurmak istediğimiz dünya üzerine ütopik bir inşayı, tıpkı devleti, egemenliği, yasalarını, yani güce ulaşılacak olan vakti konuşmanın verdiği hazlarla bugünü ıskaladığımızı fark ettirmeyecektir bizlere. (…)’  gibi görüşlerin yer aldığı bir yazıya yazılan yorumlarda, ilginç görüşler vardı..

Bu yorumlardan birisini, -benzer görüş ve sorgulamaların başka zeminlerde, başka müslüman gruplarca da dile getirildiğini düşünerek- buraya genişçe bir özet halinde aktarmakta fayda var:

’… elbetteki söylediklerinizde hak verilecek, düşünülecek ve tartışılacak şeyler mevcuttur ama, yıllarca (…) dini yaşam tarzı, uygulama, mücadele yol ve yönteminin Kuranî nâslarla belirlendiği, dinin Allah’a has kılınması ve tâviz verilmemesi (…) gerekliliğini dile getir/diniz yazılarınızda.. Ne değişti şimdilerde; ’emr-i b’il maruf, nehy-i a’n-il münker’ ve cemaat olma ve örnek Kuran nesli oluşturma (…) sorumluluğumuz bitti mi, yoksa onlar ütopya mı, ulaşamayacağımız bir hedef mi diyeceğiz? Hükümette olan, bizden gözükenler, bizden sözler ve birkaç eylem yapınca, tâğut tâğutluktan çıkmış mı oluyor.. (…) Şu mu deniliyor artık; biz eski söylemlerimizle kendimizi, bu toplumu iyiye doğru değiştiremiyor, ıslah edemiyoruz, gücümüz yetmiyor... Realite bu mu?

Sistem içi mücadele ile, partilerle mücadele edilebilir, edilmeli ve değişim de beklenebilir.. Bu mu, Kuran cidden onaylar mı bu söylemi? Zaman ilaçtır derler, göreceğiz burda veya öbür dünyada (ihtilaflarımızı), asırlarca aynı delikten ısırılıyoruz hep..

*

Tabiatiyle bu yorumların asıl muhatabı, Kurbanoğlu kardeşimiz.. O da gereken cevabı,  ’Aman ha, derin devlet şekil değiştiriyor; nemelazım biz bu tartışmalardan beri duralım, biri kaba idi, şimdiki daha sofistike” demekle‚ ’Emribilmaruf, nehyi anil münker’  ikame edilmiş mi oluyor? Ya da başımızda demokles kılıcı gibi sallanan, listelerinde yer aldığımız Ergenekon’u bir kenara bırakıp, (…) çekildiğimiz köşelerimizde rahata erdiğimizde adımız “Cemaat” mi olmuş olacak?’ diyerek vermiştir..

*

Evet, bu seviyeli tartışmalarda dile getirilen kaygular, öne sürülen görüşler sadece bir-iki kişi arasında değil, hemen hemen her kesimde, o çevrelerin fikrî  tercih, metod ve seviyelerine göre, deşiğişik şekillerde dile getirilmektedir..

Bir ünlü siyasetçi de dünyanın emperyalistler ve siyonistler eliyle nasıl yönetildiğini vurgularken, kendilerinin bu tasalluta karşı verdikleri mücadelelerin nasıl engellendiğini de güzelce anlatıyor ve yeniden iktidara gelecekleri umudunu dile getiriyor.. Ama, bunu yaparken, aynı emperyalist çevrelerin aynı oyunları oynaması kaçınılmaz olduğuna göre,  bu yeni entrikaların hangi metod veya  güçlerle nasıl etkisiz hale getireklerine değinmiyor..

Meşhur pergel mecâzını tekrarlayarak belirtmek gerekirse; çözüm, pergelin bir ayağını kesin doğruluğuna inanıp bağlandığımız değerlerde üzerinde muhkem şekilde sâbitleştirip, diğer ayağıyla bütün dünyayı kuşatacak bir anlayışa sahib olmaktadır, sanıyorum..

Buna var mıyız?

Hele de globalleşmenin istesek de istemesek de, hepimizi kuşattığı günümüz dünyasında, bu dünyadan kaçmakta bir kurtuluş umudu var mıdır? Buna sanıyorum, kolayca kimse ’evet’ diyemiyeceğine göre, o zaman, globalleşme karşısında, kendi inanç değerlerimiz ve temel stratejik ölçülerimiz içinde, meydan okurcasına meydana atılmaktan başka bir çare yoktur..

Bunun da sadece sloganla veya pratik hayata yansımayan inanç formülleriyle olmayacağı ve maddî, diplomatik, askerî, teknolojik, kültürel güçler de isteyeceği açıktır..

Müslümanlar, özellikle de son 300- 400 yılımızı içine alan zaman diliminde, karşılaştıkları  nice yeni buluşlar, icadlar ve teknolojik gelişmeler karşısında, genelde, ’Bunlara karşı nasıl karşı çıkar ve kendimizi koruyabiliriz?’ gibi kaygularla hareket ettiler..

Halbuki, karşımıza çıkan teknolojik gelişmeler karşısında, herşeyden önce, bu yenilikleri  değerlerimizin hizmetine sunmak imkanımız olup olmadığı açısından kavramaya çalışsaydık, sanıyorum, daha sağlıklı bir netice alabilirdik..

Bugün, istesek de, istemesek de, dünya üzerinde halkının ekseriyeti müslüman olan 40’dan fazla ülke var; 15 kadar ülke de halkının üçte bir veya dörtte biri kadar önemli mikdarda müslüman barındıran durumda.. Halkının eskeriyeti müslüman olan ülkelerden çok büyük bir kısmının, İslam inancına göre şekillenmediği ve hattâ bazılarının, İslam’la savaşmayı açıkça prensip edindikleri de biliniyor.. Ancak, bu ülkelerden birkaç tanesi var ki, hem ideolojik  ve aqîdevi yapıları ve hem de insan gücü, stratejik ve jeo-politik önemleri ve tarihî geçmişleri itibariyle, İslamî bir hedefe yönelmek imkânına daha çok sahib durumdalar..

Amma, bu hedefi açıkça dile getirebilenlerin, bırakınız emperyalist dünyayı, bizzat müslümanların ekseriyeti tarafından bile benimsenip benimsenmiyeceği de ayrı bir konu..

Ayrıca, müslüman toplumların hemen herbirisinde de, irili-ufaklı ve birbirinden haberli/ habersiz, yüzlerce /binlerce gruplar, cemaatler var ki, ’İnancımızı hayata nasıl hâkim kılabiliriz?’ diye bir kutlu düşünceyle çareler arayışındalar.. Bunların hemen herbirisinin tek olan İslam hakikatini algılamalarının, idraklerinin, birbirinden çok farklı olması da tabiîdir.. , Gerçi, herkes, kendi inancını en sahih şekilde kendisinin anladığını düşünebilir, ama, bununla yetinilmiyor, kendileri dışındakileri büyük çapta dışlayan, hattâ tekfir bile eden anlayışlar da sürüyor, yazık ki.. Halbuki, bugün 1,5 milyarlık dev bir kitle olarak görülen İslam Milleti’nin içinde küçücük hisarlar oluşturup kendimizi oralara hapsetmek hiç de sağlıklı değildir,

O halde, günümüz dünyasında zaaflarımızı da bilerek ve amma umutsuzluğa kapılmadan, ayakları yere değmeyen ütopyalara da bağlanmadan, ideallerimizi;  varolan dünyanın acı gerçekleriyle yüzleşmeye hazırlamalı ve hedef ve ideallerimizi gerçekleştirme mücadelesinde, uzun soluklu mücadelelere hazırlamalıyız..

Kendimizi dünyadan tecrid etmeden, / soyutlamadan, bu büyük satranç tahtasındaki mücadele yerimizi kendi inandığımız değerlere bağlı kalarak ve amma, emperyalist-şeytanî güçlerin başta teknolojik saldırıları olmak üzere, global plandaki her türlü/  topyekûn saldırılarına karşı da savunma mekanizmalarımızı, itiqadî, fikrî, kültürel, maddî ve manevî bütün ferdî ve sosyal güçleri geliştirip seferber edecek şekilde çalışmamız gerekmektedir.

Bugün bazı müslüman coğrafyalarında hâlis niyetler ve İslamî ideallerle dünyanın bütün şeytanî ve emperyalist güçlerine karşı, İslam bir dünya kurmak hedefi uğrunda çaba harcayan pek çok müslüman kişi veya odaklar varsa da, bunların içinde, dünyadan habersiz ve sadece sloganlarla bir yere varacakları hayaline kapılan kesimlerimizi de vardır..

Görelim ki, bugün özellikle Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine ve hattâ  Pakistan ve Hindistan’a kadar uzanan büyük bir coğrafyada bir ’Yeni Osmanlı’  söylemi heceyanla telaffuzla ediliyor ve emperyalist dünya da bundanz korkular üretmeye çalışıyor.. Bugünkü dünya dengesi, biliyoruz ki, genelde Osmanlı’nın dünya sahnesinden safdışı edilmesiyle sonuçlanan Birinci Dünya Savaşı sonrasından kalmadır..

Bugün dünya kamuoyunda ortaya atılan ’Yeni Osmanlı’  söylemleri, Osmanlı’nın yeniden geleceği hayâlini vermemelidir bize.. Üstelik, herhangi bir saltanat sistemi bizim hedeflediğimiz bir sistem de olamaz.. Ama, bu deyim, bugün müslüman halklarda heyecan uyandırıyorsa; bunu en doğru şekilde yorumlamamız ve günün şartlarına göre bir merhale olarak pratize edilebilme kabiliyeti olup olmadığı açısından ele almamız gerekmektedir..

Açıktır ki, Osmanlı ve onun öncüsü olan Selçuklular dönemi, dünya tarihini kendi değerlerine göre şekillendirmek isteyen, -başta Haçlı dünyası olmak üzere-  İslamdışı dünyalara karşı direnmek açısından; İslam tarihinin yarıdan fazlasını dolduran hâtıralarıyla bugün de heyecan uyandıran bir tarih dönemidir.. Ve, güce itibar etmek konusunda sadece başka halk kitleleri değil, müslüman halk kitleleri de şu veya bu derecede zaafları bünyelerinde taşımaktadırlar.. Ama, bundan dolayı bu müslüman kitleleri dışlamak yerine, bu zaafımızı giderecek bir şuûrlanma sürecini başlatmayı hedef edinmek ve o heyecanları sağlıklı kanallara yönlendirmek zorundayız..

’Bir testiyi bir pınara koysalar, kırk yıl orada dursa, kendi dolası değil..’

’Yeni Osmanlı’ deyiminden boş ve kof umut ve heyecanlara kapılmadan ve amma, bunun ne günümüz şartlarına uygun yeni bir şekillenmesini de dikkatlice tahlil ederek, bunun yanında veya karşısında dünyada uyanan tavırlar ve duyguları iyi tahlil etmeliyiz.. Çünkü, o tarih, biz müslümanların asla yok sayamıyacağı geçmişidir ve o dönemden yarınlara taşıyabileceğimiz sağlıklı ve sahih uygulama örnekleri varsa, bunu benimsemekte gösterdiğimiz heyecan kadar, yanlışlarına da karşı çıkmalıyız..

Bugün Endonezya, İran, Malezya, Türkiye vs. gibi müslüman coğrafyalarında, geçmişe nisbetle daha bir güçlü şekilde hissedilen maddî, teknolojik, kültürel, ve diğer sosyal  güçlenmeler bize boş hayaller vermemelidir, ama, bu güçleri müslümanların daha sahih yarınları temellere dayalı yarınları kurmakta bir sıçrama tahtası teşkil edebileceği ve dünyadaki gelişmeler içinde yeni birçok gelişmelerini kapısını açabileceği de unutulmamalıdır.. Nitekim, bu gelişmelerin dünya diplomasisini de etkilediği görülmektedir.   Evet, boş hayallere kapılmadan..

Bu uzun soluklu bir mücadeledir ve bugün elde edilen küçük çaplı kazanımların, yarınların müslümanlarınca daha hayırlı gelişmelerde bir basamak olarak kullanılması da mümkündür.. Sözgelimi, bugün, şu son yıllarda Türkiye’nin biraz güçlenmesinin başta İran ve diğer Ortadoğu müslüman coğrafyaları olmak üzere bütün müslüman halklarda sevinç uyandırması ve karamsarlığa saplanan nice halkların inşirahı için de güzel bir fırsat meydana getirmesi, bu konuda bir örnek olarak görülebilir..

Ama, ideallerimiz, sanki bir adım sonra gerçekleşecek kadar kolay bir hedefmiş gibi zannetmeksizin.. Yüzlerce yıl süren geri kalışlar, parçalanışlar ve müslümanların sosyal bünyelerinde meydana sancılardan sonra, biraz biraz kendisine gelme emareleri görünce, onlara çok önemsizmiş gibi iğreti bir nazarla dudak bükmek, herşey mükemmel gibi görmek kadar bir zaaf teşkil edebilir..

’İdealler asla unutulmadan, ve amma, realiteden de asla gafil olunmadan..’

 Selahaddin E. Çakırgil/ Haksöz haber

 

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.